Televizyon Programcısı ve Yazar Uğur Canbolat 7. Ci kitabı “Kalbi Tutan Mektuplar” ile tekrar okuyucusuyla buluştu.
Tek okunduğunda bir mesajı olan tümüyle okunduğunda ise örgünün devam ettiği görülen Novella tarzında kaleme aldığı deneme ve romanın zevkle harmanlandığı bu kitabı da okuyucu tarafından ilgiyle karşılandı.
İçinde yaşadığımız dünyanın çoğu defa içinde kaybolup kimlik karmaşası yaşayan insanımıza bir nebze de olsa nefes aldırmayı hedefleyen bir kitap… Bu açıdan bakıldığında bir nevi “Manevî Kişisel Gelişim” kitabı şeklinde değerlendirilebilir. Yazar günümüz meselelerini ustaca işliyor ve okuyucuya “Bir kalbimiz var” dedirtmeyi amaçlıyor.
Alanında en uzun ekranlarda kalan psikoloji programı olan “İyi Bak Kendine” ile ÜLKE TV’de seyircisine seslenen Canbolat bu kitabı ile yeni şeyler söylüyor.
Kendisini kutluyor ve gerçekleştirdiğimiz söyleşiyi dikkatinize sunuyoruz.
-Sizin kitaplarınızın isimleri uzunca… Son kitabınızın da öyle değil mi?
– Evet. Söyleşiler dışındaki ilk kitabın adı “Hikâyeler Hep Yarım” idi. “Geldim Ama Yoktun”, “Aklımda Olduğun Aklında Olsun” kitaplarından sonra bu geldi. Onun da uzun: “Kalbi Tutan Mektuplar.”
-Yıllarca ÜLKE TV’de psikoloji programları yaptınız. Eğitim amaçlı olan o programda halkımızın sorunlarına uzmanlarla cevaplar ürettiniz. Yeni kitap açısından baktığımızda aynı amaç doğrultusunda diyebilir miyiz?
– ÜLKE TV Yayın Yönetmeni Hasan Öztürk’ün destekleri ve Üsküdar Üniversitesi’nin katkılarıyla gerçekten eğitim amaçlı bu program ile nice insanımızın ruhuna dokundu. Onlara iyi gelecek bir iş yaptı. Bu bir nevi Prof. Dr. Nevzat Tarhan Hoca ve ekibinin “Toplumsal Hayrı” olarak gerçekleşti. Daha sonra Şaban Özdemir’in de katkısıyla hafta sonuna taşındı ve “Bilimden Sağlığa” ismi ile devam etti. O kadar çok insana ve aileye iyi geldi ki, bir nevi kendini arama, bulma ve farkındalık oluşturma programı idi. Birkaç yıl evvel Üsküdar’da kendi hâlimde yürüyerek bir dükkânın önünden geçiyordum. Birden birinin boynuma atılıp sarıldığını gördüm. Minnetlerini ifade edecek kelime bulamıyor gibiydi. “Çocuklarım ve ben Güneydoğu’da geçen o zorlu gecelerimizde sizleri izleyerek büyüdük. Şifamız oldunuz” demişti. Sorunuza gelecek olursam evet burada yine faydalı olma esası yer alıyor. Beynimize, ruhumuza iyi gelecek meseleleri tatlı bir kurgu ve hoş bir Türkçe ile ele almaya çalıştık.
-Çağımız insanı zaman fakirliği yaşıyor. Oturup kitap okuyabilecek durumda mı?
– Elbette bir seçicilik olmalı ama insanımız okumuyor diyemeyiz. Okuyor. Ve giderek kendine şifa dokunuşları sunabilecek metinlere yöneliyor. Bunları bulduğunda ise eşine dostuna tavsiye ediyor. Hediye etme yoluna gidiyor. Hatta bu pandemi döneminde dostlarının adına imzalı kitap göndererek “Muhabbet tazelemesi” yapıyor.
-Kitabın böyle bir özelliği var anlaşılan…
-Metnin bunu ne kadar başardığı elbette okurun verebileceği bir karar. Ama niyetimiz bu. Yayınevine ve bana ulaşan geri dönüşler bu yolda ilerlendiğini gösteriyor. Hepimizin belirli bir oranda “Muhabbet tazelemesi”ne ihtiyacı var. Bu “İman tazelemek” gibi bir şey. Zira Fahr-i Kâinat Efendimiz “Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız” uyarısıyla bizlere bunu telkin ediyor. Toplumumuzdaki ayrışmayı ancak böyle düzeltebiliriz. Muhabbeti esas aldıktan sonra her konuda saygıyı kaybetmeden ve veriye dayalı olarak tartışabiliriz. Bu bağlarımızı güçlendirir.
-Sevgi, aşk gibi kavramlar biraz da sakız gibi çiğnenir ve sonra da atılır olmadı mı?
– Çok haklısınız. Ne yazık ki… Ama bu tespitiniz bizim sahici sevgiye yönelmemizi öneriyor. Sahici. İçten. Çıkarsız. Menfaate dayalı olmayan sevgilere. Aşk sözcüğünün istismar edildiği fikrinize de katılıyorum. Kalbi esas almayan, geçici kazanımları hedefleyen her türlü aşk cambazlıklarından korunmamız önemli. İçeriği bunu desteklemediği halde sırf kazanç amacıyla üretildiği belli olan böyle ürünler piyasada çokça. Ama okuyucu tarafından bunların elendiğini düşünüyorum. Tekrar edecek olursam aşk tüccarlarından uzak durmak gerekir.
-Burada bir istismardan bahsediyorsunuz sanırım…
– Evet. Aşk en çok istismar edilen duygumuz. Üstelik bu yeni de değildir. Tarihi epeyce gerilere dayanıyor. Doğu da masum değil bu hususta batı da. Emellerini aşk perdesinin arkasına gizlemeye çalışsalar da sahici gül ile kokmayan plastik çiçeklerin farkı kadar bariz olan bu durum hemen kendini ele veriyor. Malzeme o kadar çok ki… Romantik aşk, takıntılı aşk, edebiyat ve aşk, kamyon arkası yazılarında aşk, filozofların gözünde aşk. Hatta Sûfi gözüyle ve yine hatta kelamcıların gözüyle aşktan bahsedebiliriz. Mesele bir söyleşinin sınırlarını aşacağından ilahiyatçı yazar İsmail Mutlu’nun “Aşk Kader mi?” kitabına havale ediyorum konuyu.
-Aslında siz son kitabınızla unutulan bir geleneğe dikkat çektiniz. Mektuplar…
– Evet, doğrudur, ne yazık ki mektup yazma alışkanlığımız artık çok gerilerde kaldı. Bu konuda iştahlı değiliz. Oysa mektup yazmak bizim eski geleneğimizdir. Vaz geçmediğimiz bir özelliğimizdir. Belki de tekrar canlandırmanın zamanı gelmiştir.
-Mektubun sizin için önemli olmasının kodları nerede saklı?
– Çocukluğumda saklı. Pek çoğumuzun olduğu gibi mektup denilince henüz elektriğin olmadığı gaz lambası dönemlerimizin titrek ışığı hatırımıza düşer. Tek haber alma ve haber salma yolumuzdu. Türkülerimizde asker mektuplarından bahsedilir. Yavukluların gizli saklı gönderdiği mektuplar aklımıza gelir. O ucu yanık mektuplar… Yeni doğmuş bebeklerin ellerinin çizilip askerde veya gurbette olan babaya gönderildiği mektuplar… Her mektup o minik evladın ellerinin ne kadar büyüdüğünün kanıtıdır. Hasretin katmerlenerek cümlelerin arasına sızdığı ve yüreğimizi burkarak yerinden oynattığı mektuplar. Evet, çocukluk dönemlerinden itibaren mektup hayatımda önemli bir yere sahip. Mektuplar yazdım, mektuplar aldım. İtiraf edeyim benim için hâlen bir heyecan vesilesidir.
-Bundan ibaret değildir herhalde?
-Hayır değildir. Dahası vardır. Bilindiği “Nebi Mektupları” vardır. Dâvet mektupları diye anılırlar. Tebliğ görevi uzak diyarlar için mektup yoluyla yerine getirilmiştir. Bu nedenle geçiştirilemez.
-Tarihimiz açısından da mektuplar önemli o vakit…
-Tarih dediniz mademki anlatmadan geçmeyelim. Ecdadımız içinde aynı şekilde ehemmiyetlidir. “Nâme-i Hümâyûn” olarak anılan Sultan mektupları vardır. Ayakta saygıyla karşılanır. Öpülüp alına konulur ve tazim ile okunur. Genellikle sır içerir. Bu sebeple mektup taşıyıcılar aşk ehli olmalıdır. Sır ehli olmalıdır. Adanmış olmalıdır. Taşıdığı mektubu canından aziz bilmelidir. “Ulak” olarak da anılan mektup taşıyıcılara “Tatar” denir. Özel olarak çok yönlü yetiştirilir. Alp olmalıdır. Savaş sanatlarını bilmelidir. Kamuflaj bilmelidir. Tabiatla bütünleşme yeteneği kazanmalıdır. İz sürmeyi iyi yapmalı ama iz bırakmamalıdır. Eskilerin “İlm-i Kıyâfet” dedikleri beden diline hâkim olmalıdır. Lehçelere vakıf bulunmalıdır. Davranışları okuyabilmelidir. Yorumlayabilmelidir. Meslekleri tanımalı onların davranış kodlarını çözmüş olmalıdır. Düşmanların farklı meslek rolüne girip yerel kıyafetlere bürünerek nasıl istihbarat topladıklarını fark edebilmelidir. Ormanı, ağacı, suyu tanımalıdır. Köroğlu’nun değişiyle “Esen rüzgârdan hîle sezmelidir.” Yol üzerinde kurulabilecek tuzakları önceden hissedip bozabilmelidir. Ne yapıp edip canını dişine takarak mektubu sahibine vakti vaktine ulaştırmalıdır.
-Anlattıklarınız açısından bakınca bu bir devlet meselesi gibi anlaşılıyor.
-Kesinlikle öyle… Hayat memat meselesidir gerçekten. Mektup diye basit görülüp geçilemez.
-Az önce anlattığınız “Tatarlar” yani ulaklar nasıl bir öneme sahip?
-Olağanüstü diyebilirim rahatlıkla. Belirli bir yaşa kadar evlenemezler. Çoluk çocuğa karışamazlar. Dünyalık iş tutamazlar. Varlıkları devlete aittir. Bu mesele tahmin edilenden daha mühimdir.
-Dahası da mı var?
-Evet, var.
-Nedir?
-O kadar stratejiktir ki, Osmanlı kervansaraylarını, hanlarını bu anlayışla konumlandırmıştır.
-Nasıl yani?
-Şöyle anlatayım. Yetiştirilmiş özel bir atın en hızlı biçimde bir günlük koşma mesafesine göre kervansarayları konumlandırmıştır. Tatar yoldan aldığı toz toprakla atıyla yekpare hâline gelmiş olarak hana ulaşır. Hatta bazen tam orada at çatlar. Kimi zamanda Tatar bitmiş bir halde atından orada düşer. Hemen içeri alınır. Dinlendirilir. Yıkanır. Hancıbaşından aldığı istihbârî bilgiler sonrasında sabah erkenden yeni bir atla yola koyulur ve diğer konaklama noktasına mektupla ulaşır.
-Hancıbaşından ne tür bilgiler alır?
-Hancıbaşı o yörenin istihbarat başkanı gibidir. Handa misafir ettiği kişileri izler. Bilgiler edinir. Ülke için planlanan tertipleri öğrenir. Bunları Tatar yoluyla iletir. Mesele çok ciddiye alınır, hata ve ihmali kaldırmaz. Hancıbaşılar Tatarların sorumluluğundadır. Âmiri konumundadır. Bir yerden bir yere mektup ulaştırmak bu kadar önemlidir. Yani Tatarlar bir nevi devletin kalbi mesabesindedir.
-Kalbe yazılan mektuplar da bu kadar stratejik midir?
-Evet, öyledir. Kalbin özünden coşup taşan duygular düşman eline geçmemelidir. Sâfiyetini korumalıdır. Sızıntı olmamalıdır. Nefis ve şeytanın fesada vermesine müsaade edilmemelidir. Negatif duyguların saldırılarından korunmalıdır. Bir kervansaraydan diğerine mektupların özenle ulaştırılması gibi duyguları yüklenen mektuplar da sahibi olan kalbe aynı sıcaklıkta ulaştırılmalıdır.
-Kitap Rüzgâr’a yazılan mektupları barındırıyor. Kimdir Rüzgâr?
– Özümüzdür. Canımızdır. Kalbimizdir. Kalbimizde olandır. İçimizin içidir. Bizi biz yapan niteliklerdir. Sevdiğimizdir. Yârimizdir. Hep “Hak saklasın” dediğimizdir. Daima sakındığımızdır. Koruduğumuzdur. Kadife kundaklarda sakladığımızdır. Gönül salıncağında salladığımızdır. Gecenin bir deminde uzak mesafedeki yıldızlarda sevda fısıltısı şeklindeki iç konuşmalarımızdır.
-Herkesin bir Rüzgâr’ı var mıdır şu halde?
– Kesinlikle, evet. Vardır. Herkesin nasıl bir kalbi varsa o kalbi ısıtan, ışıtan, imar eden, ayağa kaldıranlar da vardır. Sevda nefesi sunandır.
-Kitabı okuyanlar kendi Rüzgâr’ını buluyor olmalı o zaman?
– Doğrudur. Kitabı okuyanlar kendi Rüzgâr’ını düşünüyor satırlar arasında. Bu mektupları ben yazdım diyor. Veya bu mektuplar bana yazılan mektuplar duygusunu yaşıyor. Bana geri dönen okur mesajlarında “Rüzgâr’ı tanıyorum” diyenler oldu. Bu ise metnin hedefine ulaştığını gösteriyor.
-Söze başlarken kadim geleneğimizde mektup yazmak var dediniz. Biraz açabilir misiniz?
– Elbette. Tarih boyunca ilginç mektuplara rastlamaktayız. Tekraren Peygamberimizin dâvet mektuplarını burada zikredebiliriz. Çok önemlidir. Mektup denildiğinde aklımıza gelmesinde yarar vardır. Üslûp, hitap şekli ve içerik bakımından üzerinde düşünebileceğimiz pek çok husus vardır burada.
-Mektuplar edebî nitelik barındırdığına göre farklı kategorilerde mektupların varlığından da bahsedilebilir o halde…
– Evet, bu mektuplar tasnif ediliyor. Özel mektuplar, edebî mektuplar, resmî mektuplar, iş mektupları, açık mektuplar, dâvet mektupları, öğrenci ve taliplere yazılan eğitici mektuplar, sevgi ve aşk temalı mektuplar…
-Edebî mektuplar denildiğinde ilk akla gelenler hangileri?
– Bu mektuplar düşünce ve edebiyat alanındaki görüşleri içerir. Okunması ufuk açıcıdır. Yazarın muhayyilesine ortak olmaktır. Sorunuza dönecek olursak 15. Yüzyılda Ali Şir Nevaî önemlidir. Yine 16. Yüzyılda Kınalızade Ali’nin mektupları okunabilir. 17. Yüzyılda Veysî ‘nin mektupları aynı şekilde. Ragıp Paşa, Namık Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cahit Sıtkı Tarancı, Nazım Hikmet, Abdülhak Hamit Tarhan, Ahmet Mithat, Halikarnas Balıkçısı mektuplarını da zikretmemiz gerekir ama bunlarla da sınırlı görmemek lazım. Günümüz yazarlarına da bakmalıdır. Mektup tarzında eleştiri yazıları vardır. Seyahat yazıları vardır.
-Hoca ve öğrenci yazıları da eski zamanları dikkate aldığımızda önemli olmalı…
-Elbette. Hocalar öğrencilerine yazmışlardır. Mürşitler dervişlerine yazmışlardır. Burada ilmî ve manevî eğitim açısından önemli verilere rastlıyoruz. Hatta bunlar geleneğimizde “Mektûbat” şeklinde de yayınlanmış sonraki nesillere ulaşmıştır.
-Aşkın sulandırıldığından bahsettiniz ama yine de aşk mektuplarından bahsetmeden geçmemeliyiz değil mi?
– Kesinlikle. Bu hususta çokça örnek bulunabilir ama ben bilgi, kültür ve düşünce açısından halkımız tarafından “Marifetname” isimli eseriyle yakından bilinen Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın mektuplarını örnek olarak gösterebilirim. Muhakkak bakılmalı.
– Ulaşılması mümkün mü?
– Elbette. Üstad Şakir Diclehan tarafından yayınlanan “Sevgi ve aşk mimarı Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Ses Getiren Mektupları” eserini tavsiye edebilirim. Burada çok şaşırtıcı incelikler bulacaklardır. 18. yüzyıl Osmanlı düşünce hareketi içinde önemli bir yer tutar İbrahim Hakkı Hazretleri. Bilim, edebiyat ve kültür alanında insanlığa yeni görüşler sunmuştur. İstanbul’a görev nedeniyle geldiğinde Erzurum’da bulunan dört hanımına yazdığı mektuplar şaşırtıcıdır.
-Bir örnek mümkün mü?
– Tabi. Sözel olarak ezbere tümünü aktarmam mümkün değil ama bahsi geçen kitaptan buraya aktarabiliriz. Eşi Firdevs Hanıma yazdığı şu mektuba oradan ulaşabilirler.
“İzzetli, hürmetli, hakikatli, adamlıklı, şefkatli, hatırlı, gönüllü, asilli, usullu, akıllı, izanlı, hünerli, marifetli, üslûplu, yakışıklı, güzel huylu, tatlı dilli, uzun boylu ince belli, kıl ayıpsız hatunum, helalim Firdevs Hatun huzuruna,
Deruni dilden ve can u gönülden selamlar ve dualar edip ol mübarek nazik hatırın sual ederiz, Huda’nın birliğine emanet veririz. Benim nazlı yar-ı gam gusarım. Benim şenliğim, şöhretim, benim sevdiğim, keyfim, benim canım Firdevsim! Neylersin nişlersin, ne keyftesin, ne fikirdesin, ne haldesin, ne demdesin? Benim güzelim, garip gönlünü ne ile eğlersin? Okur musun, nakış mı işlersin? Oynar mısın, güler misin? Benim gönlüm senin halinle eğlenir, sen nicesin? Keşke sizi getirsem, bu vilayetleri seyrettirsem, zira sensiz canim rahat olamıyor. Benim güzel keyfim, senden ayrılmak ne çetin ahval imiş bilmezdim. Hak Teala gönül hoşnuğuyla bir dahi dünya gözüyle görüşmek müyesser eylesin. Âmin…
Firdevs, Firdevs, o saçların seveyim, o kaşın seveyim, o gözün seveyim, o yüzün seveyim, ayıpsız canın seveyim. Sakın benden küsmeyesin ki gönlüm sıkılmasın. Kusurlarımı afvet, ahiret hakkını helal eyle.
Bin tabaka kağıt yazsam seninle sözlerim tükenmez. Hele yavaş, inşallahu Taala, Ramazan geceleri sabahlara değin sana çok çok gördüğüm, işittiğim pak şeyleri ve esvapları size layık görürüm: Eğer fırsatım olursa alırım, yoksa siz sağ olunuz: Birer hamayli getiririm. Gönlünüz her ne meyve isterse şehirden getirtesiniz, meyvesiz kalmayasınız, haftada iki kere çaylara, bahçelere çıkasınız, hapsolmayasınız, rahat olasınız. Allah’ın birliğine emanet olasınız. Ömrün uzun olsun,
Âmin ya Mu`in”
-Mektupların kalbi tutması nasıl oluyor peki?
– Genel bir kuraldır. Söz nereden çıkarsa orada karar eder. Yani sadece dilden zuhura gelmişse kulakla duyulur orada sonlanır. Ama gönülden çıkan söz kendine uygun gönüller arar ve bulur. Bulduğu yerde mekân tutar. Oraya sığınır. Yurt edinir. O sebeple mektupların kalbimin sesini taşımasını istedim. Heyecanlarımın yansımasını arzu ettim. İnişlerimin, düşüşlerimin, çıkışlarımın, kalkışlarımın izlerini barındırsın istedim. O nedenle Rüzgârıma yazdım. Sevda tütsülü olarak. Kalbimin ritimlerini duyarak.
-Beklediğiniz ilgiyi görüyor mu kitap?
– Neşreden Akıl Fikir Yayınları memnun görünüyor. Benim inancım her hece, kelime, cümle muhakkak sahibini bulur. Buluşur. Halvet eder. Bereketlenir. Ben de bunu okur dönüşlerinden müşahede ediyorum. Okuyucu kitabı yanında taşıyor ve gittiği yerlerde uygun gördüğü noktalarda bir konsept oluşturup fotoğraflıyor. Kendi sosyal medyasında yayınlıyor. Bana da gönderiyor. Bende sayfamda paylaşıyorum. Bir etkileşim içindeyiz. Süreç böyle devam ediyor.
İmzalı kitap kampanyası yapıldı…
– Evet, tüm internet kitap satış notlarında bulunuyor. Ayrıca www.kitapoba.com sitesi yetkileri ile yayınevi sahiplerinden Fatma Ersem Yargıcı okura imzalı kitap ulaştırmayı düşünüp planladı. İmzalı kitap talep eden isimler tarafıma bildiriliyor. Şahsa özel imzalıyoruz. Ve yayınevi dağıtımcı işbirliği ile sahiplerine ulaştırılıyor.
-Bir önceki kitap yine Rüzgâr ile olan diyaloglardan oluşuyordu.
– “Aklımda Olduğun Aklında Olsun” kitabı Selahattin Arslan’ın gayretiyle Folliant Yayınları arasında okuyucusuyla buluştu. Takdir gördü. Bu sebeple devamı da geldi. Şimdi iki kitabı birden temin edenlerde bu devamlılık açısından bakıyor olmalılar.
-Yeni kitap çalışmaları var mı?
-Daha önce hazırladığım bekleyen iki dosya var ancak şu an daha çok İstiklal Gazetesi köşe yazarlığına odaklanmış haldeyim.
-Haftalık mı yazıyorsunuz?
– Hayır, bazen aksatsam bile hafta içi beş gün yazmaya çalışıyorum. Buna fıkra yazarlığı deniyor. Biraz daha farklı bir tür. İçinde fikir, görüş barındıran ama daha kolay okunabilen, uzun bile olsa nasıl olduğu anlaşılmadan yazının sonuna gelinebilen bir tür. Keyifli yazılar yani. Okuyucuyu kasmıyor, yormuyor. Portre yazıları da deniyorum burada.
-Son olarak bunu açarak bitirelim…
– Tabi. Haftada bir veya iki gün hayatımı güzelleştiren kişilerle ilgili fıkra tadında portre yazıları bunlar. Lezzetle okunuyor. Hayatımızın içinden geçen bu nakışlı insanları ölmeden yazmayı önemsiyorum. Biz de daha çok dostlar öldüklerinde yazılır. Ben dostlarım yaşarken bunu yapmaya çalışıyorum. Bir nevi vefa yazıları diyebiliriz.
Kaynak : İHA