Şiiri ve fikrîyatını ‘Türk(çe)’ ile yükseltiyor Süleyman. Yurduna, yaşadıklarına dair ‘ağır’ tespitleri var. Diyor ki: otuz yıl kurşun aktı (Güneydoğu’da) tek şair ses etmedi..
Süleyman Çobanoğlu ile Dergâh Yayınları’nda tanışmıştım. Bir bankada çalışıyor, Dergâh’ta şiirleri yayımlanıyordu. Kilo almamış, saçları beyazlamamıştı. Şiirleri daha ‘çağla’ değildi. Hatta İsmet Özel, “Süleyman Çobanoğlu, heyhat!” dememişti. İlesam’da Muhittin’in elinden çay içmişliğimiz vardı. Suskun durur, gözleri gülerdi.
Aradan otuz yıl geçti. Süleyman bankadaki işinden ayrılıp televizyoncu oldu, gazete yazıları yazdı ve sonunda senaryo yazarlığında karar kıldı. Diğer yandan ‘şiir’i hiç ihmâl etmedi. Ağır ağır ilerledi, ölçülü ve sabırlı. Sırasıyla Şiirler Çağla (Oğlak yayınları, 1995), Hudayinabit (Profil Kitap, 2009) ve Tamgalar (Ötüken Neşriyat, 2019) adıyla üç şiir kitabı yayımladı.
Çobanoğlu’nun Tamgalar’ını -yeniden- okudum. ‘Yüklü’ bir eser ama daha başlarken kapağa takılıp kaldım. Şairin adı gereğinden büyük yazılmış. Oysa arka kapaktaki alıntıyı okumam için gözlük dahi yetmedi. Zaten yazı kırmızının içinde boğulup gitmiş.
Şiirleri okurken elimin altından sözlüğü eksik etmedim çünkü Çobanoğlu’nu okumak için sözlük (çalışmak) şart. Kırka yakın kelimenin anlamına bakmak zorunda kaldım. Bu tercihin şairin şiirine ‘darbe’ vurduğu görüşünde olanlar çoğunlukta. Hatta, “Şiiri güneş kadar parlak fakat ‘sözlük’le okunur olmak o güneşin üzerine bulut gibi çöküyor” deniliyor. Şiiri böyle okumak okuru zorlayıp anlamayı güçleştirir lâkin onun Türkçe’yi yaşatmaya ve ölü kelimeleri diriltmeye dair çabaları -bence- alkışı hakediyor.
Başladığı ilk günden (1990) bu yana şekli ve disiplini gözeten eserler ortaya koyan Çobanoğlu bilindik ve fakat yıllardır gözardı edilen bir usûlü tercih ediyor, ‘darası alınmış söz’ endişesinden bahsediyor, “Türkçe şiir, Türk’e göre şiir” diyordu. Söyledikleri çok çarpıcı, sesi gürdü fakat yine de görmezden gelinip yok sayılmaktan kurtulamadı. Hatta ‘kültürel iktidar’ca Erzurumlu âşıklar seviyesine itildi. “Durum bu, ne düşünüyorsun?” diye sorsam, “Süleyman’san bu çileyi çekeceksin” cevabını verirdi.
Milletini sindirmek isteyen ‘kuvvetli’ kuşatmaya sesiz kalmayıp isyan ediyor şair. Bunun izlerini Kurtbakışı, Sırtlan Hoştlamak ve Utanıyorum başlıklı şiirlerde görmek mümkün. Bu tavrı da kimi çevrelerce çok ‘sert’ bulunuyor. İyice Türkçü olduğu, İslâm’ı ihmal ettiği dillendiriliyor. Böyle düşünenler için “Beşerî” Hoyrat başlıklı şiirden bir dize alıntılayıp yorumu okura bırakalım: … yanıyor Muhammedî – amma islamcı değil … (s. 90). Oysa, “Türk değilmiş gibi yaparak varabileceğimiz bir yer yok” diyor şair ve ‘Sırp gibi bir insan tipini müslüman eden kuvvet’in peşinde olduğunu belirtiyor.
“… Balkona bayrak astım sonra öptüm ve sustum / Benim balkon Tuna’ydı, Bağdat’tı hem Mohaç’tı …” (Amasyalı…, s. 103), dizeleri şairin Türkçülüğünün vardığı son noktayı gösteriyor. Sormak gerekir: Bu dizelerin altına kim imza atmaz ki?
Duruşunu ‘Türk’(çe) ile sağlamlaştırdıktan sonra (Üçgen, s. 50), çağdaşı şairlere ‘ağır’ eleştiriler yöneltiyor Süleyman. (Güneydoğu’da) Otuz yıl kurşun aktı tek şair ses etmedi (Amasyalı…., s. 102) diye serzenişte bulunuyor. Bu dizenin yazılması mı daha acı yoksa yazılana tepki verilmemesi mi bilemiyorum. Bildiğim muhataplarının ona bir cevap borçlu olduğu. Ağır ithamlar evet… Gel gör ki ‘çıt’ yok.
İçinde yaşadığı topluma karşı borçluluk hissettiğinden ve ‘bazıları’nın yerine kendisi utandığından olacak şöyle diyor Utanıyorum (s. 105) başlıklı şiirin son iki kıtasında:
…. vuruşmayan bir dile eyittiği ses haram / Türkçeden, öz dilimden, ondan utanıyorum …
… şuncacık itten pusmuş bir bölük börü olduk / sesimizi işitmez dağdan utanıyorum.
Dünyaya ve soydaşlarına bigâne değil. Kudüs’le Bosna’yla yetinmiyor. Kırım’dan, Yanya’dan, Pamir’den, Akmescit’ten bahsediyor. Listeyi uzatabilirim fakat sormak gerekir: Kaç kişi bilir Akmescit neresi ve neler olmuş orada?
Balık, Tarlakuşu, Vatan, Yatılı… gibi şiirler, şairin hikâyeye bakan yüzünü gösteriyor. Hikâye etmeyi seviyor. Dolayısıyla “Şiirin Kutlu’su” olmayı hakediyor.
Çok sık olmamakla birlikte tablo gibi dizeleri var. “… aşı boya evleri dövüp duran çetin kış” (Yılkı, s. 22) gibi.
Kitaptaki en uzun şiir Tarlakuşu. Yirmibir kıtalık şiirde düşme olmaması dikkat çekici. Aynı zamanda aşk şiiri Tarlakuşu, bir çocuğun kol kırdıran aşkını resmediyor.
Son kitabı için, “Tamgalar, Tanrı’yı savunan ama Tanrı’yla aldatılmaya karşı çıkan bir kitap. Bizi Türk olmanın ne demek olduğunu anımsamaya çağıran bir kitap.” diyor şair. Bu önemli. Çünkü ona göre, Türk milletine karşı mesuliyet hissetmeyen Türkçe şiir yazamaz. Türkiye Türkçe’dir, Türkçe ise Türk şiiri.
Çobanoğlu’nun bir başka özelliğini gösteren şu sözle bitirelim: Şiir hakkında konuşmak yerine şiir hakkında konuşan şiirler yazdım…
Ayın şiiri
Sırtlan Hoştlamak
Size çocukları vermeyeceğim / düş görüp de gülen çehrelerini / ıssız çiçekleri vermeyeceğim / kuşları, buğdayı, değirmenleri
tanrı sattığınız o pazarlara / kurşun yesem dahi girmeyeceğim / dizlerim kopuyor, sırtımda kaya / olur da ölmezsem, durmayacağım.
Süleyman Çobanoğlu
BİR ‘OKUL’DU DERGAH…
Yeni yıla (1990) girilmiş miydi bilmiyorum. Giresun’da, Divan kitabevinde bir dergi ilanı görmüştük. Şeklini hayal-meyal hatırlıyorum. Dergâh dergisinin çıkmasıyla alâkalıydı. Fazla zaman geçmedi, ilk sayı 1990 martında yayımlandı. Alışılmışın dışında bir dergiydi. Kağıdı, ebadı, hurufatı, herşeyi değişikti. Kapakta İsmet Özel yazısı: Özgürlük İçin Şiir. Şöyle bitiyordu yazı: Özgürlük için şiir yoksa, şiir adına yazılanlar zalimlere birer ihsan yerine geçebilir. İlk sayıyı görmüş, “enfes” demiştik kendimizi ayrıcalıklı hissederek. O zamandan bu yana uzun süre geçti. Şimdi gönül rahatlığıyla şunu söyleyebilirim: Bir okuldu Dergâh dergisi. Herkese açılan kapıydı. Gerçekten ‘dergâh’tı. Bir ekol ortaya koyduğundan sevenleri az ve fakat çoktu.
32 yıl önce Mustafa Kutlu yönetiminde yola çıkan derginin, Şubat 2022’de son (basılı) nüshası yayımlandı. Şöyle deniyordu 384. sayının takdiminde: … Bütün dünyada gözlemlenen kâğıt tedarikinde yaşanan zorluklar ve içinde bulunduğumuz şartlar dolayısıyla Dergâh Dergisi’nin yayınına ara veriyoruz… ‘Şartlar, maliyet, yayını zorlayan unsurlar..’ Bunları en ziyâde ben anlarım. Üzüldüm elbette. Yayınevinin kapısından içeri atılan ilk adımın heyecanını hâlâ içinde taşıyan biri olarak. Sadece ben değil herkes üzüldü, tivitler atıldı, telefonlar susmadı. “Sever, okur ve takdir ederdim fakat şimdiye kadar bir dergi almışlığım yok” demişti gazeteden bir arkadaş. Bu cümle birçok şeyi özetlemiyor mu?
Bitirmeden şunu belirteyim: Kutlu ile özdeşleşen derginin o ayrıldıktan sonra seviye kaybettiği, bu durumu düzeltebilmek için ‘atılım’ yapılamadığı şeklindeki iddialara katılmıyorum.
Dergâh’ı tekrar ‘Gülistan’ın vitrininde göreceğimiz günü -sabırla- bekliyorum.
Küçürek hikâye: Yol arkadaşım yazar
302 Mercedes, kırmızı çizgili. Kastamonu’ya gidiyoruz. Şoförün olduğu tarafta, önden üçüncü sırada oturuyorum. Solumda post bıyıklı bir adam. Gözlük, pipo, kitap!. Yolu yarılayana kadar okudu. Sonra bana dönüp gözlük üstünden, “Yazarım, ismim Yaşar. Peki sen kimsin” diye sordu. “Ali.. Yatılı okuyorum. Öğretmen olacağım.” dedim. Gözleri parladı. “Öğretmen ha! Geleceğe şekil vereceksiniz, ne mutlu size.” dedi. “İnşallah” diye karşılık vermiştim ki birden celâllendi: Ne Allah’ı kardeşim? Allah mallah yok. İnanma böyle şeylere! Kıpkırmızı kesilmişti. Bağırarak devam etti: Aydınlık Türkiye’nin…
Acı bir fren sesi, çığlıklar. 302 yalpaladı, savrulup yana, çukura girdi, ve bir ağaca çarpıp durdu. Koridora savrulmuştum. Yazar Yaşar, önündeki koltuğa sarılmış, ‘kelime-i şehâdet’ getiriyordu!.
Kaynak : İHA