Server Revnakoğlu’nun Cumhuriyet dönemi İstanbul’u için incelikle kayda aldığı notlarının Fatih’le ilgili bölümü “Revnakoğlu’nun İstanbul’u – İstanbul’un İç Tarihi – Fatih” adıyla Fatih Belediyesi tarafından 5 cilt olarak basıldı.
Cemaleddin Server Revnakoğlu’nun İstanbul üzerine şehrin kültür hafızasını kayıt altına aldığı eseri Prof. Dr. Mustafa Koç tarafından günümüz Türkçesine kazandırıldı. Ağırlıklı olarak Suriçi’nde kalan tekkeler ve yaşam alanlarının Cumhuriyet dönemi durumu hakkında bize ilginç bilgiler sunan metinlerin Fatih’le ilgili bölümü; Fatih Belediyesi tarafından 5 cilt olarak basıldı. “Revnakoğlu’nun İstanbul’u – İstanbul’un İç Tarihi – Fatih” isimli bu 5 ciltlik çalışmada Cumhuriyet dönemi Fatih semti hakkında enteresan detaylar yer alıyor.
“HEYECAN DUYDUĞUM BİR ÇALIŞMA OLDU”
Revnakoğlu’nun İstanbul’unun ilim ve kültür çevrelerinde beğeniyle ve ilgiyle karşılandığını belirten Fatih Belediye Başkanı M. Ergün Turan, “ Benim de bizzat heyecan duyduğum bu prestij eseri kültür dünyamıza armağan etmekten büyük mutluluk duydum. Eski eserler, tarihi arşiv ve kitabeler uzmanı olan Cemalettin Server Revnakoğlu, şehirden içre bir şehre tanıklık etmiş ve bu tanıklığı titizlikle kayıt altına alan bir İstanbul aşığı. Bu kayıtları yarım asır sonra okuyucularıyla buluşturmaktan kıvanç duyuyorum ve büyük emeği olan Prof.Dr. Mustafa Koç olmak üzere tüm emeği geçenleri de tebrik ediyorum” dedi.
Cemaleddin Server Revnakoğlu (1912-1968), Cumhuriyet devri kültür hayatımızın en önemli figürlerinden biri olmasına, birçok çağdaşından fersah fersah ötede çalışmalara imza atmasına karşın yıllar boyunca tozlu arşivlerde saklı kalmış bir isim. İstanbul’u sokak sokak gezen, gezmekle kalmayıp neredeyse her bir dergâhın misafiri olan, her kütüphaneye giren, tüm mezarları ziyaret edip arşivleyen, musikişinaslarla ahbaplık, şairlerle yarenlik eden, sayısız mektup yazan, fotoğraf ve belge toplayan Revnakoğlu’nun paha biçilemeyen arşivi, hiç evlenmediği ve akrabaları da bilinmediği için vefatının ardından sahipsiz kaldı. Eksiksiz bir tasnifi bugün bile yapılamayan bu kültür mirasının yazılar ve notlardan oluşan bölümü, Abdülbaki Gölpınarlı ve Halil Can’ın teşebbüsleriyle Galata Mevlevihanesi’ne aktarıldı. Burada yıllar boyunca mahzun bekleyen arşiv, zaman içinde istifade etmek gayesiyle gelenlerin alıp götürdükleriyle birlikte bir miktar eksilmiş de olarak, 2007’de Süleymaniye Kütüphanesi’ne taşındı.
ŞEHİR TARİHİNDE BİR DERYA
Revnakoğlu’nu tanıdığımız şehir tarihçilerinden ayıran en önemli husus, onun bir belgeselci mantığıyla değil, bizzat şahit olarak, tanışarak, hissederek, perdenin ardındaki görme gayretiyle yazmasıydı. Şeyhlerden edebiyatçılara, mevlithanlardan mimarlara, hattatlardan tiyatroculara kadar yaşadığı dönemde bir şekilde iz bırakmış olan hemen herkesle dostluk kurmuş, hikâyelerini bizzat görerek ve kendilerinden dinleyerek yazmıştı.
Ne var ki son derece dağınık, içinden çıkılması hiç de kolay olmayan bir arşiv bıraktı ardında Revnakoğlu. Ömrü vefa etmediği için binlerce notu nereye ait olduğu belirsiz biçimde kalakaldı, makaleye yahut kitaba dönüşmedi. Üstelik bu notların birçoğu kendi içinde de çok karmaşık hâldeydi; Revnakoğlu’nun okunması hiç de kolay olmayan el yazısına ilaveten bazılarına zaman içinde eklemeler yapılmış, bazılarına içeriğe referans vermeyen birden fazla başlık atılmış, bazıları da birbirinin tamamlayıcısı olmasına rağmen apayrı dosyalara konulmuştu. Bu yüzden, düzenleyip yayınlamak şöyle dursun, bu sayısız notu layığınca tasnif etmek bile göz korkutucu derecede zor, ağır bir işti. Buna kalkışacak kişinin akademik veya kültürel alakadan çok daha fazla, ziyadesiyle keskin bir motivasyonu olmalıydı. O kişi, daha önce de başkalarının girişmeye cesaret edemediği işleri omuzlanıp alnının akıyla tamamlayan Prof. Dr. Mustafa Koç oldu.
‘MÜSLÜMAN İSTANBUL’U NASILDI?
Peki onu böylesine meşakkatli bir işe girmeye iten etken neydi? Geçtiğimiz yıl Şaban Özdemir’le gerçekleştirdiği söyleşide ilgisinin kaynağını şu cümlelerle anlatıyor Prof. Koç:
“Üniversite yıllarında içimizi saran bir İstanbul iptilası vardı: Dersaadet’i keşfetmek. Lise yıllarımda Cumhuriyet öncesi Paris’i keşfeden münevverleri okurdum. O zamanlarda tek iptilam İstanbul’da bir bölüm okumaktı. Şiire, nesre, romana dökülen İstanbul’u bizzat tecrübe etmek, yaşamak istiyordum ve geldiğim İstanbul’da İstanbul tiryakileriyle karşılaştım. Savcı Sedat Balkan’la tanıştım. Balkan, Bizans İstanbul’una müptela idi.
Fener, Balat… Onda Bizans’ı keşfetme tiryakiliği elan da cari. İstanbul’a geldiğimde Sait Faik’in Beyoğlu’sunu Attila İlhan’ın Pera’sını okuya duya, o yolda kaleme alınmış metinleri de gördüm. Bu sefer Bizans İstanbul’undan Levanten İstanbul’dan bakiyeleri görmek… Kalabalıklar her nedense ya Bizans mütevellilerinin eline ya da Pera perestişkârlarının ardına düşmüştü. Yanımda Müslüman olan İstanbul’u, Türk olan İstanbul’u duyan, anlatan ne bir dost ne de bir kalem vardı. (…)
İstanbul, herkese miktarınca bir şeyler söyler ama en çok kalbi olana, en çok aklı olana, en çok tecrübesi olana, en çok malumatı olana sırlarını döken şehirdir. Biz Mevlana’nın meclisine köyden gelmiş basit bir çoban gibiydik İstanbul karşısında. Ne Mesnevi’yi anlayacak arka plana, ne insana, ne cemiyete ne de müesseseler tarihine maliktik.
İstanbul hepsinin toplamıydı, istifli bir yığınıydı. Bu hem yazma metinlerin içinden geçmeyi gerektiriyordu hem matbu metinlerin. Basit bir turist rehberinin arkasına düşen insanın ve diğer kalabalıkların İstanbul’u gerçek İstanbul değildi. Revnakoğlu’yla ilk mülakatımda aradığım şeye yaklaştığımı hissetmiştim. Bu adam şehri ne Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’nde olduğu gibi Sodom ve Gomore’ye çeviriyordu ne de Ahmed Rasim’in kaleminde büsbütün meyhaneye dönüşen İstanbul’a odaklanmıştı.”
NAKIŞ NAKIŞ İŞLER GİBİ FATİH
Mustafa Koç’un bu gayretinin ilk ve görkemli çıktısı, toplamda 2 bin 500 sayfa tutan 5 ciltlik “Revnakoğlu’nun İstanbul’u – İstanbul’un İç Tarihi – Fatih” oldu. Fatih Belediye Başkanı M. Ergün Turan’ın özel ilgisi ve teşvikiyle Fatih Belediyesi Kültür Yayınları tarafından yayımlanan eser, Koç’un da özenli açıklama ve notlarıyla refakat ettiği büyüleyici bir İstanbul yolculuğu hüviyetinde. Üstelik Fatih tarihi mevzubahis olduğunda odaklanılan, Fatih Camii merkez alınarak çizilen rotalarla; Karagümrük’le, Edirnekapı’yla, Ayvansaray’la, Balat’la, Zeyrek’le, Vefa’yla sınırlı bir yolculuk değil bu. Şehremini, Samatya, Yedikule, Kocamustafapaşa, Yenikapı, Aksaray, Mevlanakapı, Belgradkapı, Silivrikapı, Haseki, Samatya gibi semtlerin daha önce hiçbir şehir rehberinde yer almayan tarihi de tüm canlılığı ve zenginliğiyle karşımıza çıkıyor.
Böylesine kapsamlı bir çalışmayı özetlemek, Revnakoğlu’nun gözüyle Fatih’in (dolayısıyla geniş ölçüde İstanbul’un) tarihine kısa bir bakış atmak pek mümkün değil. Bu yüzden, dikkat çekici bazı tanıklıklar ve muhtelif iktibaslarla yetinmek durumundayız.
FATİH’E KİMLERİN YOLU DÜŞTÜ KİMLER GEÇTİ
Fatih’in en bilinen meydanlarından Atpazarı, Revnakoğlu’nun yaşadığı dönemde eski kimliğinden tamamen kopmuş, bir harabeye dönüşmese de yer yer yıkıntılar içinde kalmış. Bir zamanlar yalnızca ahırların değil, semercilerin, mutafların, şebeşçilerin; kısacası atlarla ilgili ticaret ve zanaat erbabının da mekânıymış Atpazarı. Bu meydanın yukarı tarafında ise bir “dua meydanı” varmış. Revnakoğlu’nun satırları, bu meydanın Selçuklulara kadar uzanan köklü bir geleneği yaşattığına işaret ediyor:
“Atpazarı’nın yukarı cihetinde bir de Dua Meydanı vardır ki her sabah dükkânlar açılmazdan evvel esnaf ve ahaliden bazıları oraya gelir. Mahalle camiinin imamı tarafından güzel bir dua okunur, hâzırûn duayı dinler, ondan sonra dükkânlar birer ikişer açılmaya, atlar öteye beriye götürülmeye, paranın muâmelât-ı mu’tâdesi görülmeye başlar.”
Revnakoğlu rehberliğinde Fatih Camii civarına uzandığımızda tanıdık simalarla karşılaşıyoruz. Malta Çarşısı’nda yer alan üç katlı ve yüz beş odalı meşhur Şekerci Hanı’ndan bahsederken, İstanbul’a ilk gelişinde buraya yerleşen “kıvırcık saçlı, karanfil bıyıklı, ateşîn bakışlı, esmerimsi güzelce bir genç olan” Neyzen Tevfik’ten söz açılıyor:
“Neyzen’in daha gençliğinde Musa Kâzım gibi bir insana gönderilmesi, onunla tanışması, irfan rahlesinin önüne diz çöküp ondan okuması, feyizlenmesi gerçekten çok yerinde isabet ve mazhariyet olmuştur. Musa Kâzım Efendi zamanının en uyanık fikirli, daima ileri görüşlü, çok serbest düşünen, tasavvufa mail, meşreben de melâmî olduğundan Tevfik’le kolayca tanışmışlar ve aralarındaki ezeli aşinalık icabı olarak da hemen anlaşıvermişlerdi.”
MEKANDAN ÇOK İNSAN ANLATISI
Fatih’in bin odalı tarihinde dolaşırken karşımıza çıkanlar Neyzen Tevfik’ten ibaret değil elbette. Aslına bakılırsa, Revnakoğlu’nun evrakında mekândan çok insan var; hangi sokağa sapsak, hangi köşeyi dönsek onlarca yaşam öyküsü karşılıyor bizi. Onlardan biri de Hafız Kemal’e ait. Devrinin bu meşhur mu meşhur müezzini ile uzun uzun mülakatta bulunmuş Revnakoğlu. Yetinmemiş, Hafız’ın vefatının ardından Salih Saim Unar’ın kaleme aldığı fakat neşredemediği yazısını da emanet almış ki bu yazı Hafız Kemal’in kitleler üzerinde nasıl bir etki bıraktığının kuvvetli bir nişanesi sayılır ve aşağıdaki bölümü hassaten dikkat çekicidir:
“Şimdi Kemal, yukarıda hülâsaten demiştim ki seni benim kadar seven yoktu ve olamazdı. İşte bunun bir delil-i cemili olarak hakkında kimsenin söylemediği ve hiçbir kalemin yazmadığı muhtasar bir iki cümle ve satır: Hazret-i Davut alâ-nebiyyinâ ve aleyhi’s-selâmdan ezelde kim ne tevarüs etmişse etmiş, maddi ve manevi ne elde etmişse etmiş, fakat o muhterem peygamber meydanda olan ve dünyaları, fezaları, semaları dolduran ayrı bir hazinesini evlatlarından gizleyerek veya iki zıddın içtimaı gibi bir hâlet-i şâz ve müstesna ile onların gözü önünde sana ayırmış ve sanki: Şimdilik arş-ı a’lâda, mele-i Mevlâ’da emaneten hıfz olunacak malım bundan yüzlerce, binlerce sene sonra dünyaya gelecek aşk ve şevk-i ilâhîden mürekkep ve mücessem bir vücut için ayrılmıştır ve o benim sesimdir. Onu Hafız Kemal’e bir mâl-ı helâl olarak bahş ve hibe ettim demişti.”
TEKKELER DİYARI
Revnakoğlu’nun aktardığı Fatih tarihi, “Tekkeyi bekleyen çorbayı içer” deyimine dair de çok detaylı malumat barındırıyor. Zira asırlarca “Tekkeler Diyarı” denebilecek bir hüviyeti olan Fatih’te, bu mekânların olağanüstü zenginlikteki mutfak kültürü de silinmez izler bırakmış. Şerbet, keşkül, aşure, çorba, helva, lokma, pilav, börek, reçel, konserve ve daha nicesi yalnızca özel tarifleriyle değil, hazırlanışları ve takdimleri esnasındaki kadim ritüellerle de öne çıkıyor. Bunlardan biri, Kâdirî asitanesindeki erbain helvası. Revnakoğlu’nun satırları, bu helvanın hazırlanışına ne denli ihtimam gösterildiğinin altını çiziyor:
“Hatm-i şerîfe bed’ ile beraber helvanın da aynı anda tabhına usul ve erkan veçhi ile başlanır. Bu helva irmik helvasıdır. Bunu dergâhın pîş-kademinin (şeyhten sonra zikr-i şerîfi idareye memur olan zattır ki dergâh-ı şerifte hususi hücresi vardır) riyaseti tahtında toplanan fâtiha-i şerifeye mezuniyeti olan yedi zattan mürekkep bir heyet pişirir. Bunların arasında pîş-kadem de dâhildir. Yedi olmasına sebep, etvâr-ı seb’anın tekmiline işarettir. Bu yedi zatın aynı tarikten ve dergâhın mensuplarından bulunmaları efdal ve müreccahtır. Şayet yedi zat bulunmazsa beş veya üç olur ki bu da tarikat icabatındandır ve erbabının malûmudur.”
Okurken içinde kaybolunan ve pek de çıkılmak istenmeyen bu tarih hazinesinin Fatih harici bölümü de (onun da yaklaşık 5-6 cilt hacminde olacağı tahmin ediliyor) yine Prof. Dr. Mustafa Koç’un mahir ellerinde yayına hazırlanıyor. Eyüp, Haliç, Kasımpaşa, Sütlüce, Beyoğlu, Beşiktaş, Ortaköy, Sarıyer, Beykoz, İstinye, Rumeli ve Anadolu Hisarları, Boğaziçi, Üsküdar, Kadıköy, Yakacık, Kozyatağı, Zeytinburnu, Bakırköy, Topkapı, Silivri, Çatalca gibi yerlerin malumatını barındıran bu evrakın da kitaba dönüşmesiyle, Revnakoğlu’nun muazzam İstanbul tarihi -bugüne ulaşabildiği kadarıyla- tamamlanmış olacak.
Kaynak : İHA